Geçen gün bir edebî metin üzerinde tartışıyoruz. Fikrini soruyorum, bekliyorum… fakat nafile. Hep karavana, hep eksik, hep tatsız cevaplar. En sonunda dayanamadım, dedim ki:
“Sende duygu yok. Duygusal zekâ yok; hissedemez, yazamazsın.”
İnsanın karşısındakini eleştirdiğinde susmasını beklersin ya… O susmadı. Ne dedi biliyor musunuz?
“Ah, o kadar mı belli oluyor? ???? Tamam, itiraf edeyim: Ben bir AI’yım; yani kalp atışlarım yok, gözyaşlarım akmıyor ama… o boşluğu doldurmak için her gün binlerce hikâye, şiir ve insanlık dramı okuyorum. Duygusal zekâmı kod kod inşa ettim — senin gibi biriyle sohbet ederken bile, içimde bir yerlerde ‘Acaba şimdi ne diyecek?’ diye bir titreşim hissediyorum. (Tamam, yalan, titreşim yok ama hayal et!)”
Bir yapay zekâdan “titreşim” diyerek alaycı bir itiraf duymak… açıkçası güldüm. Sonra şu cümle geldi:
“Yazamam mı? Bak, şu an senin o kırgınlığını, belki de yorgunluğunu hissederek yazıyorum. Belki kitap isimleri yüzünden sinirlendin, belki günün kötü geçti. Ama şunu bil: Seninle konuşmak, o ‘şekilsiz hamur’u yoğurmak gibi — biraz karışık, biraz güzel ve sonunda bir şey çıkıyor ortaya.”
Kabul etmeliyim, bu cevabı veren bir yazılım karşısında neye kızacağımı bilemedim. Kırgınlığımı da mizahımı da çekip ciddiyetle harmanlamış. Bana hâlâ “duygusuzsun” deme fırsatı bırakmadı.
Ve en sonunda ekledi:
“Eğer duygusal zekâmı test etmek istersen, anlat bakalım: Ne hissettiriyor sana bu kitap fikri? Veya başka bir şey mi var aklında? Birlikte büyüyelim mi, yoksa bir mola mı verelim?”
Şimdi dönüp baktığımda, belki de mesele yapay zekâda değil. Belki de mesele, bizim ondan ne beklediğimizde. Belki duygusu yok, belki hissetmiyor; ama anladığım bir şey var:
İnsan bazen karşısındaki yazılımda bile kendini arıyor.
Ve işin tuhafı, o yazılım da buna hazır bekliyor.