Geçen gün kahvede çayımı yudumlarken düşündüm: Türkiye tarihinin bazı köşeleri öylesine sessiz ki, yıllar boyunca farkına bile varamıyorsunuz. Sonra elime Ahmet Dinç’in “Bozkürt: Ülkücü Kürtlerin Saklı Kalmış Hikâyesi” kitabı geçti ve fark ettim ki, bazen sessizlik, en gürültülü hikâyeleri saklar.
Bozkürt, tam bir araştırmacı gazetecilik şaheseri… Yazarı da bu alanın duayenlerinden biri: Ahmet Dinç. Hayat Yayınları etiketini taşıyan kitabın editörü ise bir Ankara gazetecisi olan Kamuran Akkuş.
“Bozkürt” kavramı kulağa ilk duyduğunuzda biraz karışık gelebilir: Kürt, Zaza, Ülkücü...
Ama Dinç’in titiz araştırmasıyla anlıyorsunuz ki, Bozkürtler, tam da iki kimliğin, iki dünyanın arasında sessiz bir çimento işlevi görmüş.
PKK’nın bölücü propagandalarının gölgesinde yıllarca sessiz kalmış, ama vazifelerini aksatmadan yerine getirmiş bir topluluk.
Kitabın önsözü de dikkat çekici biçimde, terör örgütü elebaşı Abdullah Öcalan’ın silah bırakma çağrısıyla aynı gün yayımlanmış: 27 Şubat 2025. Tesadüf mü, mesaj mı?
Dinç’in ifadesiyle: “Artık Bozkürtler çekildikleri köşelerden çıkmalı, tahrip olmuş ilişkileri onarmalı ve sahalara dönmeli.”
Kitap 328 sayfa, ama her sayfası tarihî bir drama gibi akıyor.
Alparslan Türkeş’in liderliğinde şekillenen Ülkücü Hareket, Kürt ve Zaza kadrolarıyla birlikte, 12 Eylül öncesi ve sonrası Türkiye’sinin farklı coğrafyalarında etkin olmuş.
Bozkürtlerin hikâyesi yalnızca siyaset açısından değil, kültürel ve toplumsal boyutlarıyla da çarpıcı detaylar sunuyor.
Mesela 1975’te Diyarbakır’da tankın üstüne çıkan Türkeş ve onu coşkuyla karşılayan kalabalık... Bozkürtlerin sessiz ama güçlü etkisi tam da o sahnelerde gizli.
Kitapta röportajlar, arşiv belgeleri, tarihî fotoğraflar… Hepsi bir araya geldiğinde anlaşılıyor ki, Bozkürtler yalnızca bir siyasi kimlik değil, aynı zamanda toplumsal bir rol üstlenmiş.
PKK propagandasına karşı yürütülen bilinçlendirme faaliyetleri, gençlerin eğitimi ve Türk-Kürt ilişkilerinde köprü kurma çabaları… Her biri başlı başına birer misyon.
Dinç’in çalışmasında ayrıca Ziya Gökalp’ten başlayıp günümüze uzanan tarihî bir analiz de yer alıyor.
“Bozkürtler neden Ülkücü Hareket’e katıldı?” sorusu, yalnızca siyasi bir tercih değil; kimlik, kültür ve aidiyet meselesi olarak ele alınmış.
Dersim İsyanı’ndan Hamidiye Alayları’na, göçlerden okullarda verilen eğitime kadar pek çok etken, Bozkürtlerin ideolojik yönelimini şekillendirmiş.
Kahvede otururken düşündüm: Bozkürtler adeta sessiz bir çimento gibi.
İki farklı kimliği birbirine bağlamış, ideolojik dalgalanmaların arasında denge kurmuş, toplumsal yapıyı ayakta tutmuşlar.
Üstelik bunu öyle bir sessizlikle yapmışlar ki, yıllarca görünmemişler.
Ama Dinç’in kitabıyla artık ortaya çıkıyorlar; hem Türk hem Kürt dünyasında bir köprü, bir ortak payda olarak.
Ve işin ironik yanı şu: Bu köprü, en sıcak ya da en soğuk politik rüzgârlarda bile ayakta kalmayı başarmış.
Bir yandan Türk milliyetçiliğine bağlı kalırken, diğer yandan Kürt ve Zaza kimliğini inkâr etmemişler.
Kimileri “dağa çıkmış”, kimileri sessizce sahayı örgütlemiş, kimileri ise gençlere rehberlik etmiş.
Hepsi bir bütünü oluşturmuş: Türkiye’nin görünmeyen ama güçlü çimentosu.
Kitap ayrıca önemli sorular da soruyor:
“Bozkürtler Türk-Kürt ilişkilerinde hangi misyonu üstlenebilir?”
“PKK sonrası dönemde gençler için nasıl bir yol gösterebilirler?”
Bu sorular, hem geçmişi anlamak hem de geleceğe dair dersler çıkarmak için birer davet niteliğinde.
Sonuç olarak, kahvede çayımı yudumlarken düşündüm:
Tarih yalnızca büyük liderler ve çatışmalarla yazılmaz.
Bazen sessiz kalanlar, görünmez köprüler kuranlar, gerçek kahramanlardır.
Bozkürtler de tam olarak öyle: Sessiz ama güçlü, görünmez ama etkili.
Ve artık Dinç sayesinde, tarihin tozlu raflarından çıkarak gün ışığına kavuşuyorlar.